MARİFETULLAH / MUHABBETULLAH / ZEVKİ RUHANİ

Allah; kelâmı ezelisi olan Kûr’an-ı Kerim’i insanlığın idrakine uygun seviyede inzal etti. Nitekim insan; Kûr’an-ı okuyup, anlayacak ve onu hayatına rehber edinecek kabiliyette yaratıldı.
Rahman sûresinin ilk ayetleri bu hakikati nazara vermektedir. Allah merhametiyle kullarına Kûr’an-ı Kerim’i öğretti. Onu insanların idrak edebileceği seviyede inzal etti. Kainattaki muazzam kudretiyle yarattığı sistemi, yazıya dökülmüş haliyle inzal ederek, insanın onu anlayıp, idrak ederek hayatına hayat yapması için merhametiyle ihsan etti. Hem kendisinin hemde çevresindekilerin bu hakikatten istifade edebilmesi için beyanı lutfetti.
İnsanlık, kainattaki muazzam nizam ve intizam karşısında hayretler içinde kalır. Bu ekosistemde herşeyin birbiriyle olan ilişkisini hayranlıkla seyreder. Bu güzelliklerin aynı zamanda kendisine adeta hizmetkârlık ettiğini fark eder. Böylece marifet iklimindeki yolculuğunda bu eşsiz senfoniye, kendiside ney gibi dehalet etmek ister. Gezegenler ve atom alemindeki elektronların dönüşlerine Mevlana misali semah ile eşlik eder. Gönlündeki zevk cümbüşünün vecd ve istiğrak tayfları arasında kendisini hakikatin aynasında görür. Meğer Kainatı Kebiri Kûr’an, hergün dilbeste olduğumuz Kûr’an-ı Kerim’in kader kalemleriyle kehkeşan sayfalarına yazılmış halinden ibaretmiş!
İnsan marifetullah / muhabbetullah / zevki ruhani çizgisinde hakk yolculuğuna çıktığında önce çevresindeki hadiseleri tefekkür eder, ardında bu güzelliklerin sahibini gönlünde duyarak muhabbet etmek ister, nihayet vuslat ikliminde perdeler açılır ve hak ayan-beyan sineye taht kurar…
Marifetin sultanı İbrahim adındaki yiğittir. Zira o putları diline dolayacak kadar gönlü hakk ateşiyle yanmaya başlamıştı. Önce tefekkür yolculuğunda yıldız / ay ve güneşin ilah olup – olamayacağını tetkik etti. Onların ya geceyi veya gündüzü aydınlatan halleriyle birer aciz olduklarına hükmetti. Ardından kainatın yegane sahibini aramaya devam eder. Bizlerde İbrahim gibi hak ve hakikati hep birlikte aramaya koyulalım!
İnsanoğlu hadiselerin birbiri ardına geliştiğini tefrik etti. Gündüz geceyi, gece gündüzü doluyordu. Güneş ve ay belli bir menzilde hareket ediyordu. Ne güneş ayı, ne de ay güneşi geçiyordu. Baharda yerden biten meyve ve sebzeler yazın olgunlaşırken, son baharda sararıp-soluyor, nihayet kışın ölüp gidiyordu. Ardından ölü beldelerin tekrar dirilmesi için önce rüzgarların esintisi, ardından su yüklü bulutların gelişi, rahmet inceliğiyle yağmurun zemine inişi, toprağın altındaki tohumların sümbüle yürüyüşünü haber veriyordu. Bitkiler boyca serpilip gelişirken sevinçlerine ortak olan rüzgar, erkek ve dişileri birbirine sarmaş-dolaş ediyordu. Bu neşveden istifade eden nice hayvanlar, baharın gelişiyle adeta zevkten geçerek çiftleşiyordu. Onların bu ilişkilerine tabii insanlarda eşlik ediyordu. Bitkiler ve hayvanlar gibi insanlarda doğup-büyüyor, belli bir olgunluğa erdikten sonra büzüşüp-ölüyordu. Hayvanlar bitkileri, insanlar hem bitki hemde hayvanları tüketerek hayatını devam ettiriyordu. Bunun gibi yolculukta daha nice hakikatler insanın aklını farklı ufuklara götürüyordu.
—Acaba dünyayı bize kim beşik yaptı?
—Pekiyi öldükten sonra bitkiler gibi dirilecek miyiz?
—Bu dünyada ölen insanlar acaba nerede dirilebilir?
—Yoksa öldükten sonra çürüyüp, toprağa karışarak yok mu olacağız?
—Bu kadar güzel bir ekosistemin sahibi, koca kainatı sırf küçük bir eğlence için mi yarattı?
—Kendisini bize sevdirdikten sonra küstürmesi yakışık alır mı?
—Pekiyi ruhumdaki ebediyet arzusu ne olacak?
—Bu duyguyu bize neden verdi?
—Bize acı çektirmek için ebediyet duygusunu vermiş olabilir mi?
—O taktirde bize neden kendisini sevdirdi? Böyle bir çelişki olabilir mi?
—Kainattaki tasarrufunda hiçbir çelişki olmadığına göre bizi kendisine sevdiren zat, mutlaka ebedi bir hayatta sunabilir!
—Pekiyi onu razı etmek için ne yapabiliriz?
—Keşke onun hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilseydik!
—Keşke kendisini bize tanıtacak elçiler gönderseydi!
O elçi kendi saltanatının azametine göre değilde, içimizden seçeceği bizim gibi insanlardan birileri olsaydı!
—Keşke kendisini anlatan bir kitap elimizde olsaydı.
O kitapta kainattaki hakikatleri ayan-beyan okuyabilseydik. Onun sözleri muazzam ilminin seviyesine göre değilde, bizim idrak edeceğimiz düzeyde olsaydı. Keşke bu hakikatlere dilbeste olarak hem kavli hemde fiili yönden onu ifade edebilseydik!
Sorular harmanı keşke dantelalarıyla sarmaş-dolaş bir şekilde sanırım herhalimize nigehban zat tarafından duyulmuştur. Biz yine küçük dünyamızda kozadan kelebeğe yolculuk edelim. Tertemiz duygular içinde yola çıkan bembeyaz kelebeklerin ışığa kavuşurken yanıp-kül olmalarının heyecan ve endişelerini tabii ki taşıyoruz. Belki arılar gibi çiçeklere konarak topladığımız hakikat polenleriyle ballar balını bulmak nasip olur. Umarım hakiki bal diye sahte kovanın peşine düşerek, bizlerde yasak meyveyi yemeyiz.
Yer yer günlük hayatımızı kainattaki nizama uydurmak için belli prensipler oluşturarak, aklımızın aldığı kadar hakk ve hakikatin peşinden giderken, bize zararı olacak şeyler hakkında gönlümüz daralır, yer yer ise hoşnutluk duyarız. Sanki alemlerin sahibi bizi belli işaret levhaları üzerinden doğru yola sevkediyor. Ona her adım atmak istediğimizde onun bize daha fazla karşılık verdiğini hissediyoruz. Onu razı etmek için fakirleri doyurup, miskinlere el uzatıp, sahipsiz hayvanlara kol-kanat gerip, göçmen kuşlara yem bıraktığımızda sanki biriside bizim ihtiyaçlarımıza kol-kanat gerip, acizliklerimize sahip çıkıyor ve bizi çaresizlikler içinde yapayalnız bırakmıyor. Adeta onunla farklı bir dil üzerinde muhabbet etmeye başlıyoruz. Biz halimizi fiili icraatlerle beyan ederken, o çevremizde farklı ikram ve ihsanlarla karşılık vererek gönlümüze hoş bir eda bırakıyor.
İçimizde yanıp, duran muhabbet ateşi artık bizleri yakıp, kül etmeye doğru meylederken bu ilahi sofradan herkesin istifade etmesi için “ne olursan ol! Yine de gel!” duygusuyla davet ediyoruz. İbrahim’i yakmayan ateş acaba bizi yakıp, kül edecek mi?
Hz.İbrahim’in (as) Kâ’be-i Muazzamaya davet ettiği gibi bizlerde herkesi kalb iklimine davet ediyoruz. O zevk cümbüşü içinde hakk ve hakikatin tecellileriyle boyanmış (sıbğatullah) geda misali ârâm eyleyip, ötelerin ötesini gözetlemeye duruyoruz.
Keşke perdeler aralansa ve bir bahane ile iltica etsek duygusu secdenin iniltileri içinde çevreye yayılmaya başlıyor. Artık hal esintileti bizi sarmalayıp döndüren bir cezbe ile seyru sefere çıkarır. Her merhalede biraz ümid (reca) oranın saliklerindeki mehabetten ötürü birazda korkuyu (havf) iliklerimize kadar duyurur. Artık zincirleri kırmanın vakti çoktan gelmiştir. Zühd ve veranın ötesindeki hürriyet faslı tanburlar eşliğinde duyulur. Yer yer haremden önceki fasl yer yer onun bekleme dairesindeki heyecan ve endişe salikte susma orucunun (samt) habercisidir. Nice bendeler kapının eşiğinde yıkılıp, giderken acaba vuslat ateşinde yanan gönül tevekkülden tevfize hatta sikâya adım atabilecek mi?
Ya İblis gibi saf ruhlar arasında yıkılırsa! Eyvaaaah….
Acaba Cibril (as) gibi mûtain semme emin beyanları gönlümde itminan olarak duyulur mu?
Ey itminana ermiş nefis! “Sen rabbinden, rabbinde senden razı olarak gir cennete” sadalarını işitmek mümkün mü?
Kendi kâbe kayseyn seyrine doğru yol alırken sağdaki (bereket) cennetûl me’vanın ziyasıyla mahmur gönül az ötede miracın soluklarını duyabilecek mi? Herşeyi ardından bırakıp, terk ettiklerini dahi asla hatırını getirmeyecek kadar terki terk ederek cûma yamaçlarında Rahman sûresini Cemâlullahı temaşa ederken dinleyebilecek mi?
İşte marifetullah / muhabbetullah / zevki ruhani yolculuğundan küçük bir faslı tefekkür etmeye cüret ettik. Rabbim cümlemize bu hakikat yolculuğunu kendi derinliği içinde yaşamayı nasip ve müyesser eyler inşa Allah…

14568086_1038398592953602_1023647887810102449_n

Yorum bırakın